Hayatı

Belenin Benlidere Köyünün şimdi örenlerini fotoğrafladığımız mütevazi bir evde 1879 yılında dünyaya gelen Ali Baba Hazretleri aslen Kahramanmaraş’ın Elbistan kazasının içmeleriyle ünlü Cela köyü, yeni adıyla Ekinözü beldesindendir. Araştırmamızda bu temiz ailede Alim, kadı, arif, evliya eksik değil. Hatta aileden ziyaret halinde insanların teveccüh ettiği bir genç kızın türbesine ulaşılmıştır. Göl yeri ıssız kalmaz tabirince inşaallah Cenab-ı hak bu ailede kıyamete kadar bu hayırlı insanları eksik etmez.

Ali Baba Hazretleri’nin babası Hanifi Bey, annesi Hafize hanımdır. Öğrenebildiğimiz kadar biri kız üç kardeş olup kardeşlerinin ismi; Mustafa Koklar (Kehler), kız kardeşi Zeynep Ünüvar’dır. Ailenin Osmanlı döneminde lakabı Kehlerdir. Arapça da Kehl olgunluk yaşına gelmiş olana denir. Kehler, olgunlar manasını taşımaktadır. Bir rivayette aileden çok kadı çıktığı için kadılar lakabıyla da anıldığını söyleyenlerde mevcuttur.

Babası Hanifi bey Osmanlı döneminde kaza olan Belen’e tayinle gelen bir Osmanlı subayı olup; Asayişle alakalı jandarma Alay komutanı olup, Miralay rütbesinde idi. Harbi Umumi de Yemen’e gönderilen subaylardan olup, Yemende İngilizlere karşı çarpışarak şehit düşmüştür. Yakın zamana kadar babasının şehit maaşını kız kardeşinin çocukları alırdı.

Ali Baba Hazretleri Belen ilkokulundan sonra baba mesleğini devam ettirmesiyle alakalı Halep Askeri Rüştiyesine gönderilmiş, oradan başarıyla mezun olmuştu. Ordu da Yüzbaşılığa kadar yükselmiştir.

Çocukluğu ve gençliği ile alakalı çok araştırmalarımıza rağmen birkaç mevzu hariç istediğimiz bilgilere ulaşamadık. Bilinen hatıralar şöyle; Babası Yemene gitmeden evvel çocuklarını Benlidere köyüne yerleştirir. Zira harbin devam ettiği o günlerde Belen Amanos dağının tek geçidi olduğu için tehlikelidir. Ali Baba Hazretleri Benlidere köyünde Ömer efendinin yanında kalır. Bir gün Benlidere köyünden Belen pazarında tavuk satmak için yola çıkmıştı. Yapraklı yokuşunda ormana atılmış bir erkek cesedi görmüş ve manen çok etkilenmiş. Pazarda tavukları sattıktan iki yıl sonra köye dönmüştür. Kendi lisanıyla ilk manevi terbiye görmesinin başlangıcı o tarihten itibaren başlamıştır. Zaman zaman Benlidere köyünde kendi evlerinde ve başka yerlerde inzivaya çekilir. 40-45 gün insanların arasına girmediği zamanlar olmuştur. Benlidere köy halkı tarafından bilinen kayanın üzerinde çokça zaman geçirir ve tefekküre dalardı.

Gençlik dönemi Harbi Umumi dönemine rastlar. Silah arkadaşı M. Fevzi Çakmak’tan bahseder. Kendisiyle alakalı bölümüne gelince ketmeder konuşmazdı. Kendisine Nasrettin Hoca (K.S.) ile alakalı bir şey anlattığında bana “aman oğlum Nasrettin Hoca hakkında olumsuz bir şey söyleme”. Zira Nasrettin Hoca (K.S.) o bölgenin manevi büyük görevlisi olduğunu, ne zaman Yunan namusa el uzattı. O zaman mana ehli harbe katılmak için Cenab-ı Haktan izin isteyip dua edince biiznillah izin ve duaya icabet edilip izin verilince elindeki sopayla hareketi başlatan ve düşman denize dökülünceye kadar da mücadelede bulunan mana askerlerinden olduğunu beyan etmiştir. Kendisi de bu harbe üniformasıyla katılanlardan olduğunu Kütahya’da şarapneli yedim gözümü açtığımda Şam’da hastanedeydim dediğini yakınları bilmektedir.

Kendisi canlı Kuran olan ve sünneti Resulullah’tan kıl kadar ayrılmayan örnek insan olan Ali Baba Hazretleri bir Allah dostuna karşı edep hatasında bulunmamamızı neden ikaz etti. Onu yeri gelmişken izah edelim. Cenab-ı Hak bir hadisi kutsîsinde “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi muhabbet ettim. Kainatı yarattım” buyuruyor. Tüm kainatta geçerli olan sadece muhabbettir. Tüm ilahi emirler haram ve helaller ikiye ayrılmış. Helalde beşeri münasebetlerde muhabbetin artması ziyadeleşmesi mevcut iken Haramlarda Allaha, Resulüne ve tüm insanlara karşı muhabbeti zedeleyen, azaltan hatta muhabbeti yok eden unsurlar mevcuttur. Namaz, abdest, oruç, hac gibi ibadetler tevazu, cömertlik, sabır gibi sayamadığımız güzel hasletler Allah’a, Resulüne, dostlarına ve tüm insanlara karşı beşeri münasebetlerimizi güzelleştirip sevgiyi arttırdığı gibi içki, kumar, faiz gibi kötü işler; kibir, cimrilik, kin, yalan, gıybet, haset vb. gibi kötü hasletlerde Allah’a, Resulüne, dostlarına ve tüm insanlarla olan beşeri münasebetlerimizde sevgiyi giderdiğini birçok dünya ve ahiret felaketlerine sebep olduğunu çevremizde görmekteyiz. Din Halike tazim, mahluka şefkat ve merhamettir buyrulmuş. Bunlar ancak sevgiyle elde edebileceğini de anlamış bulunuyoruz. Sevgi, muhabbet çok önemli ama bizim sevdiklerimize olan düşkünlüğümüz kendimizden fazladır. Bir anne, baba evladına bir şey olacağına sevgi sebebiyle kendine olmasını ister. İnsan kendisine yapılanı affeder ama sevdiklerine yapılanı çoğu zaman affedemez. Bunu hep yaşarız. Cenab-ı Hak da dostlarına karşı daha gayyur ve sahip çıkma açısından çok daha kıskançtır. Bir hadisi kutsi de hem veli olabilmenin özelliğini hem de Allah, dostlarına nasıl sahip çıktığını şöyle beyan ediyor;

– “Her kim benim bir veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulum bana, en çok üzerine farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle yakınlaşır. Üzerine farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şey yoktur ki, onları işleyerek daha fazla yakınlaşsın. Kulum bana, nafile ibadetlerle de yaklaşmaktan geri durmaz. Öyle ki, sonunda ben onu severim. Ben, kulumu sevdiğim zaman ise; onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı mesabesinde olurum. İstekte bulunduğu zaman muhakkak veririm. Bana sığınmak istediği zaman, muhakkak kendisini korurum. Ben, yapacağım hiçbir şey hakkında, mü’minin ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Mü’min, ölümden hoşlanmıyordu. Ben de onun günahkar olmasını istemiyordum.” ( Buhari :2042.ci hadis)

Bu hadisi kutside ameli nasıl olursa olsun, hal ve makamı nerede olursa olsun kim Allah dostuna düşmanlık ve edepsizlik ederse ona harp ilan eden Rabbimiz, kendisine karşı işlenen günahlardan tövbe ve istiğfar edilirse bağışlayacağını beyan ederek dostlarına karşı dikkatimizi çekmektedir.

Kur’anı Kerim’de Hucurat Süresi’nde Ashab-ı Kiram’a ve tüm iman edenlere hitap eden rabbimiz “Eğer sesiniz habibimin sesinden birazcık yüksek olursa hepinizin amellerini yani namazınızı, orucunuzu, haccınızı, cihadınız gibi sâlih amellerinizi iptal ederim” mealinde “Habitat amalıkum”, buyuruyor. Bir edep hatası salih amellerin silinmesine yetiyor. Rabbim cümlemizi dostlarına karşı edep hatasından muhafaza eylesin. Cenab-ı Hak Kur’anı Kerim’de Araf, Kasas ve Taha Surelerinde bize Musa (a.s.) dönemiyle alakalı üç kıssayı örnek vererek hidayet ve imanın alınış sebebi ve hidayet ve imana erişin edep ve edepsizliğe bağlı olduğunu beyan ederek bize dikkatli olmamızı emrediyor.

Birinci örnek; ibadetle yani sabahlara kadar namaz ve zikirle meşgul olup gündüzleri oruçlu olarak ibadetle zirveye ulaşan bunlardan dolayı tayy-i mekan ve ismi azam duası gibi birçok kerametler sahibi âbidliğin zirvesinde Bel’am bin Baure. Bu hal ve makamlara ulaşan bir abid, Musa (A.S.) gibi bir Allah dostuna karşı işlediği edep hatasından dolayı her şey elinden alınmış kendisinden dolayı “Yerdekilere tama etti, yaklaşsan da uzaklaşsan da dilini dışarı çıkararak soluyan köpek misali, şeklinde bir açıklamayla imansız gidişi anlatılmıştır.

İkinci örnek:İlim yönüyle zirvede bulunan Musa (A.S.)’ın teyzesi veya amcası oğlu Karun, Tevrat’ı Musa(A.S.)’dan sonra en iyi şekilde tefsir eden yani semavi bir kitabı açıklayacak durumda olan bir alim. Bu ilmin zirvesinde, eşyanın hakikatine vakıf olarak kimya ilmiyle tüm madenleri altına çevirme özelliğiyle çok büyük hazinelere kavuşmuş. Rabbimizin beyanıyla “Hazinelerinin anahtarlarını güçlü bir topluluk zor taşırdı”. Karun da Musa (a.s.) gibi bir Allah dostuna namus iftirası atacak kadar ileri giden bir edep hatası yüzünden hem malından hem de imanından olmuştur.

Üçüncü örnek: Sihirbazlarla alakalı; Tüm ilahi dinlerde sihirbaz görüldüğü yerde öldürülmesi gereken, umuma zararlı bir varlıktır. Kötü inançlı olarak bundan aşağıda insan yoktur. Kur’an-ı Kerim’in beyanıyla “Firavun, Musa (A.S.)’ı yenecek sihirbazları bir bayram yerinde halkın önünde hünerlerini göstermelerini ister. Sihirbazlar Musa (A.S.) gibi bir Allah dostuna hürmet göstererek edeple “Efendim hünerinizi evvelâ siz mi göstereceksiniz yoksa biz mi gösterelim” diye saygı ifadesi, onlara Allah tarafından iman ile şereflenme bahtiyarlığını kazandırmıştır. İlahi hidayete, bir Allah dostu olan, Musa (A.S.)’a gösterdikleri saygı ve edep sebep olmuştur.

Bununla alakalı olarak Kur’an-ı Kerim’in Tâhâ, A’raf ve Kasas surelerinin tefsirini incelemek, gayet güzel malumat sahibi olmamıza vesile olacaktır. Anlaşılması gereken şudur ki; Resulullah efendimizin “kişi sevdiğiyle beraberdir”. Hadisi şerifini iyi inceleyip anlamak lazımdır. İş amelden ziyade sevgide, saygıda, edeptedir. Canlı Kur’an olan Allah dostlarına muhabbet, saygı, edep insanı amel ile ulaşamayacağı yerlere çıkardığını, bununla beraber amelin, ibadetin, ilmin çokluğu kıl kadar Resulullah efendimiz sünnetinden ayrılmayan Allah dostlarına karşı edep ve saygı hatasına karşı bir fayda ve menfaat sağlamadığını görmüş olduk. Bilinen ve görülen tecrübe ile sabittir ki kim Allah dostlarına dil uzatırsa, onun ahir ömrü fakru zaruret, hastalıkla geçip, imansız öldüğünü görmüşüzdür. Üftade Hazretleri bir şiirinde “Dervişlere taş atan iman ile göçer mi ?” buyurmuştur. Cenab-ı hak cümlemizi zatına ve dostlarına karşı edep hatasından muhafaza eylesin. Amin.

Belenli Ali Baba Hazretleri Kore Harbine yaşayan ve dünyadan göçmüş mana erleriyle beraber, kendisi de madden katılmış, bir sıkıntı anında başlarında bulunan zevat kendisine hep Fetih Suresi’ni okumasını söylemiş. Okuduğunda “etrafımızı bir bulut sardı ve biz oradan çıktık” buyurarak, sıkıntılı durumlarda Fetih Suresi’ni tavsiye ederek okunması halinde sıkıntıdan kurtulacağımızı söylerdi.

Ali Baba Hazretleri harp esnasında komutanlarının teveccühünü çekemeyenler “Düşmana cephanenin yerini bu söyledi” deyip iftira etmişler. Bunun üzerine İstiklâl Mahkemesi’nin ilk sanıklarından olmuş ve mahkemece suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılmış. Komutanı da “Evladım biz senin suçsuz olduğunu ve asıl suçlu kim olduğunu biliyorduk. Fakat senin mahkemece aklanıp bu suçsuzluğunun onaylanması gerekiyordu” demiş.

Ali Baba Hazretleri harplerden sonra cihat hizmeti kalmayınca kendi isteğiyle askerden Yüzbaşı iken ayrılmış memleketine dönmüş. Benliderede münzevi bir hayata geçmiştir. Zaman zaman iki, üç ay insanlardan uzak, çeşitli yerlerde, bazen yanında su olan bir mağarada , bazen bir evin bodrum katında vs. şeklinde bir hayat yaşamış, geçimini köyde mevsimine göre bağ bekleyerek üzüm, ceviz toplayarak el emeğiyle geçinmiş sonraları nerede öğrendiğini bilemediğimiz tatlıcılığa Belen’de dükkan açarak başlamıştır. Bu tatlıcılığı Kırıkhan’da da Kanatlı Caddesi’nde dükkan açarak kendisine özgü üçgen biçiminde ince açkıyla yapılan bir tatlı çeşidini de geliştirerek baklavacılıkla beraber yürütmüştür. Bir müddet sonra manevi bir işaretle Adana’nın Ceyhan ilçesine gitmiş orada bir tatlıcı dükkanı açmış ve burada bir hanımefendiyle evlenmiştir. Bu evlilik uzun sürmemiştir. Hanımı Ali Baba Hazretlerine “Sen iyisin, ahlakın çok mükemmel çok muttaki bir insansın ben sana ayak uyduramayacağım. Seni üzmek istemem. Ben bu hayatı devam ettiremeyeceğimi anladım.” diyerek ayrılık talebinde bulununca Ali Baba Hazretleri hoş görmüş ayrılmışlar. Bu evlilikten bir kız çocukları dünyaya gelmiş. Altı aylıkken ayrıldığı kızını 14-15 yaşlarında Adana’da adliyenin yanından geçerken gördüğünü “Ben onu tanıdım o beni tanımadı yollarımıza devam ettik” diyerek dünya gözüyle bir defa gördüğünü kendisini tanıyamayacağından dolayı kızına sahip çıkamadığını beyan etmiştir. Belki de ilahi muhabbete zarar vermemesi için sahip çıkamamıştır.

Ceyhan’daki tatlıcılık döneminde Adanalı Şeyh Gafur Baba’ya intisap etmiş olup cehri zikir yapardı. Ama kendisi daha çok gizli zikri çok yapar, nafile ibadetlerini hiç kimseye göstermezdi.

“Bizim yolumuzda mücerret olmak gerekir (Bir Allah C.C., Bir sen). Bu çok zordur derdi. Herkesin bir mürşidi kamile varmasını ders almasını derviş olmasını isterdi. Kâdiri Tarikatı’nın Kuddusi Kolu’ndan olduğunu söylerdi.

Dervişlikte mutlaka bir sanat ve meslek sahibi olup insanlara hizmet etmeyi ve onların eline bakmamayı öğütler insanlardan maddi ve manevi bir menfaat beklemenin dervişlikle bağdaşmadığını, bar olma yar ol diyerek, yük olma yardımcı ol manasına, insanların eline bakmamayı, kendi el emeği ile geçinmeyi öğütler, kendisinin de tatlıcılıkla iştigal ettiğini söylerdi. Çok iyi bir baklava açıcısı , iyi bir künefe ve müşebbek (halka) tatlı ustası idi. Kazancını daima fakir, fukara, dul, yetim ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmış hiçbir zaman para biriktirmemiştir.

Mana aleminden gelen bir işaretle tatlıcılığı bırakmış seyahate başlamıştır. İlk seyahatlarında Belen merkez olup Konya’ya Mevlana Celâlettin Rumi hazretlerine, Şam’da Sahibu-z Zaman Şemsu-s Şumus (Güneşler güneşi) Mevlana Halidi Bağdadi ve Şam’daki diğer Allah dostlarını ziyaret şeklinde olmuştur. Her birinin gidiş mesafesi 500 km civarında olan bu yolculuklarını hep yaya olarak yapmıştır. Bu dönemde çeşitli riyazet ve perhizlere riayet etmiş bunlardan en zorlusu olan yedi sene konuşmama orucunda iken bir gün Şam’a giderken Suriye, Babul-Hava Gümrüğü’nde konuşmadığından dolayı çok dövmüşler. Bizim bilemediğimiz daha nice riyazetler ile nefsini saf altına çevirmiştir. Nefis terbiyesinde riyazet ve çilenin çok büyük önemi vardır. Çünkü en büyük bela ve musibetler evvela Peygamberlere sonra Evliyaullaha sonra imanı ölçüsünde sâlih müminlere isabet edeceğini efendimiz (S.A.V.) buyurmuştur. Konuyu anlamamıza yardımcı olacak bir menkıbe de şöyle: Bir gün 24 ayar külçe altın padişahın başındaki taca seslenmiş “Ey taç kardeş sen altınsın bende altınım sende ne var ki padişahın başına taç olmuşsun ben ise ayak altında geziyorum” sebebi ne deyince. Taç seslenerek “Ey külçe altın kardeş bende bir zaman senin gibi yerlerde ayak altında idim. Ne zaman beni aldılar potalarda ateşler içinde erittiler sonra asitler içinde beni parça parça ettiler. Sonra toplayıp yüz binlerce kez çekiç altında dövdüler sonra padişahın başına taç edip sırrına ortak ettiler. Sen bu acıyı çekmiş olsaydın belki de padişahın başına taç olmayı bile beğenmezdin” Böylece nefisle alakalı riyazet ve çilenin önemini anlamış oluyoruz. Ömrü riyazet ve çile ile nefis mücadelesine devam eden Ali Baba Hazretleri yine riyazet ve çilelerinden en zorlusu diyeceğimiz, ömür boyu oruç ve su içmeme hali idi. Çukurova’nın çekilmez yaz sıcaklarında hem oruç hem de susuzluğa ancak bir Allah Dostu dayanabilir. Biz hayatı boyunca kendisinin hiç su içmediğini biliyoruz. Onu kendisine sorduğumuzda.           Bir gün çok susadığını bir dereden geçerken berrak akan su hoşuna gidiyor. Bir avuç alıp ağzına götürüyor bakıyor ki sanki zehir. O andan itibaren su içmediğini söylemişti. Ama zaman vermedi. Bizce susuzluğun sebebi Allah bilir ancak Ehli Beyte olan aşırı sevgi ve muhabbetindendir. Çünkü Ehli Beyt, Kerbelâ’da susuz bırakılmış 1 Muharrem’den 10 Muharreme kadar aç ve susuzlukla işkence edilmiş öylece Hz. Hüseyin efendimiz şehit edilmişti. Tüm ehlullah Ehli Beyte hürmeten 1 muharremden 10 muharreme kadar sulu şeyler yerler, çay içerler ama saf su içmezlerdi. İskenderun Devlet Hastahanesi’nde 100 yaşında iken prostat ameliyatından sonra baygın bir halde iken ağzına pamukla birkaç damla su verilince birden haykırıp bana bu zehiri niye veriyorsunuz diye yüksek sesle azarladığını yakını anlatmışlardı. Hayatı boyunca bayram günleri hariç oruçlu geçiren Ali Baba Hazretleri akşam iftarında az bir şey yer sahurda sadece çay ve meyve ile iktifa ederdi. Takım diş kullanmaz, meyveleri damağı ile sanki dişi varmış gibi ısırarak yerdi. Nefsi kontrol altına alma ile alakalı sorumuza şöyle cevap vermişti: “Oğlum nefis çakmak taşı gibidir. Denizin dibinde bin yıl kalsa ki (deniz her şeyi çürütür) çıkarsan, demirle çaksan hemen ateş çakacak ben nefsi açlıkla ,oruçla zaptettim” buyurmuştur.

Nefsi ile mücadelede o kadar ileri idi ki bir gün iftarda kendisine sevdiği yemeklerden bulgurla yapılan sini oruğu ve tatlı olarak künefe ikram edildiğinde sabah erken yola düşmüş 90 km ileride İslahiye mıntıkasında Ökkeşi Hazretlerinin türbesine yaya gitmişti. Neden böyle yaptığını sorduğumuzda “Oğlum ahırdaki eşek bile bilir. Her gün saman varken bir gün arpa varsa ya değirmene un işi ya da dağda odun işi var ikiside 40 km.’dir” derdi. Yani “ey nefis sen bundan, yemeklerden zevk mi aldın? Buyur bu zevkin karşılığı 90 km yürü” derdi.

Son zamanlardaki seyahatleri yaşlılıkları dolayısı ile Konya ve Şam’a gidemez olmuşlar. Tarsus, Adana, Ceyhan, Dörtyol, Kırıkhan, İslahiye şeklinde yakın yerlere olmuş, hem gönül dostlarını hem mübarek ziyaret yerlerine gitmiştir. Hasseten Kırıkhan’daki Bayezid-i Bistami Hazretlerinin türbesinin onun yanında ayrı bir yeri var idi. Sanki Beyazid-i Bistami Hz. hayattaymış gibi öyle sıkı bir edeple içeriye ayaklarını çok kaldırmadan girer huzurda huzurla durur sırtını dönmeden aynı şekilde geri geri çekilerek çıkar ve çoban Sadi babanın türbesi başında dışarıda otururdu. Neden içeride oturmuyorsun sorusuna “Hazretle yanında senli benli oturacak kadar çok samimi değilim.” diyerek Bayezid-i Bistami Hazretlerinin sultanlığına işaret ederdi. Çokça seyahat etmelerine rağmen Mekke ve Medine’ye cismani olarak seyahat ettiklerine dair bir bilgiye ulaşamadık. Ancak Sivas’ta ihrama girip yaya hacca giden Allah dostu Saçlı Muhammed Efendi ile çok yakın arkadaş idiler. Yine Medine’de Cennet-i Baki’de medfun bulunan Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi ile Adana da, Maraş’da ve birkaç yerde sohbetleri olmuş. Kendisinin manevi kemalinde, olgunluğunda Mahmut Sami Efendi’nin çok etkisi olduğunu söylemiştir. Onu tarif ederken şöyle derdi “Oğlum onu siz bilemezsiniz, anlayamazsınız. Dünyada güneş ne ise mana aleminin de güneşi odur” derdi. Hatta çok sert ve çetin riyazetlerde bulunmasına rağmen bu perhizini hayatında hiç bozdun mu? sorusuna şöyle cevap verdi “Bir gün Sami Efendi’nin Maraş’a geleceğini duydum bende o sohbete dahil oldum. Sohbet esnasında limonata ikram edildi. Ben içimden Hazret manen nasıl içecek bende içeyim dedim yarıya kadar üç yudum içtiler. Ben de benimkini içtim sonra Sami Efendi hazretleri elindeki geri kalanı Ali Efendi buyur iç dedi. Artanını ben içtim perhizimi orada bozdum, Sami Efendi’ye ayrı bir iştiyakı vardı. Sebebini bilemiyoruz ama kendisinde ne zaman bir celal hali tecelli edipte gözlerine bakamadığımız zaman Sami Efendi hazretleri ile karşılanman nasıl olmuştu diye sorar sormaz sanki kükreyen azgın dalgalı denizin birden kabarmasını dindirip sakin bir hale gelmesine dönerdi, yüzü gülerdi. Yine Sami Efendi ile alakalı bir hatırasını şöyle anlatırdı. “Bir gün bir yere sohbete geleceğini duydum bende katıldım orada sohbetten sonra siyah üzüm ikram edildi. İstedim ki, Efendi Hazretleri elindekinden bana da versin, birkaç üzüm habbesi yedikten sonra bana uzatarak Ali Efendi buyur ye dedi. Gerisini bana verdiler buyurdu.

İki şehri çok sevdiğini söylerdi. Bu şehirler Medine ve Dörtyoldur. Bu sevgi akışındaki sebep neydi, ölçü neydi? Bu sır kendisi ile gitmiştir. Ama Dörtyol’da kalmanın sebebi nedir niye sorduğumuzda “Oğlum orada mana erlerinden yedilerden Murtaza Efendi yatıyor.” der onunla alakalı şöyle bir hatıra anlatır. “Bir gün mana aleminde Resululallah (sav.) Efendimiz’in huzurunda İstanbul, Çanakkale Boğazları, Kıbrıs bu üç yerle alakalı toplantı yapılıyor. Toplantı anında Murtaza Efendi, Resulallah (sav.) Efendimiz’in huzurunda üç defa sağ elini sağ tarafa sert açarak Ya Resulallah vermedik, vermedik, vermedik der. Resulallah Efendimiz tebessüm ederler. Oğlum huzurda bu şekilde bir hareket bir edepsizlik sayılır ama Murtaza Efendi fıtraten celalli olduğu için hoş görülürdü. Ben de derdim, baba sen orda değildin de nereden haberin oldu dediğimde gülümser, ses çıkarmazdı ve buyurdular ki “Bu üç yer İstanbul, Boğazlar, Kıbrıs uzun müddet küffarın eline geçmez.”

Ali Baba Hazretleri dünyasını değişinceye kadar dış kıyafetinin (paltosunun) dışarıya çok eski görünmesi için, yeni bir paltoya bile yama ve yorgan ipliği ile büyük parçalar ekler dikerdi. Sanki Sure-i Kehf’teki geminin delinip özürlü hale gelmesi gibi, fakat iç kıyafetini çok temiz tutar, içten kat kat giyinirdi. Bu yaşında bu kadar ağırlık fazla değil mi sorusuna “Nefis bu ağırlıkla uğraşırsa benimle uğraşmaya zamanı olmaz” buyurmuş, bir de şöyle bir beyit eklemişti. “Lale, sümbül asbap bulamaz giymeye, acı soğanda kat kat giymiş libası”.

Ali Baba Hazretlerinin sohbeti çok tatlı ve feyizli olurdu. Herkes tatlı bir şekilde hatasını anlar, hatasını telafi ederdi. Gördüğü kötülükleri, haramları insanları kırmadan tatlı bir misalle terk ettirirlerdi. Mesela: Nargile içen birine “Oğlum nargileyi içmek için, her yerde suyun çıkarttığı seste suyun zikrini duymak lazım. İşte o zaman nargile içilir.” Böyle söyleyerek nargile içme! Zararlıdır. demektense zaten suyun zikrini duyan nargile içmeyeceği gibi, duyuncaya kadar da nargileyi yasaklamış oluyor. Sohbetinde zaman zaman Kuddusi Baba’dan beyitler okurdu. Ana dili gibi Arapça ve Farsça’yı bilir yedi lisan üzere konuşabilirdi. Osmanlı tekke, dergah döneminde Reisul Meşayıh Esad Erbili (K.S.) hazretlerini çok takdir eder. Esad efendinin bulunduğu Kelâmi dergahının çok İnsan yetiştirdiğini beyanla Mareşal Fevzi Çakmak, Sami Efendi, Hoca Yekta efendi ve hatırlayamadığımız yetişen bir sürü evliya ismi sayardı. Ali Baba Hazretleri, Esad Efendi ile alakalı şöyle anlatırdı:

“Esad efendiyi Menemene götürmek üzere gemiye bindirdikleri zaman kaptan ve makinist ne yaptılarsa gemiyi oynatamadılar. Ne zaman mana aleminden Resulullah (S.A.V.) efendimiz “Evladım Esad bize gelmek istemez misin?”deyince gemiye yürü emrini vermiş öylece gemi Menemen’e daha kısa zamanda ulaşmıştır.” Kendisinin huzurunda Esad efendinin divanından “Gönül Nuri cemalinden Habibim bir ziya ister” ile başlayan kasidesi ile “Tecellayı cemalinden habibim nevbahar ateş” ile başlayan Ateş kasidesini sever, Ateş Kasidesi okunduğunda yaralı kuş gibi çırpınır, kendisinden geçerdi. Yazın en sıcak uzun günlerinde orucun verdiği o sıkıntılı durumlarda sevdiği Kaside ve Kur-an’ı Kerim’den sureler, hasseten Sure-i Yusuf Kıssası ve Sure-i Kehf, Hızır, Musa (A.S.) kıssası kendisini çok rahat ettirirdi. Sure-i Yusuf’a özel alakası olup çok ağlardı. Ramazanı Şeriflerde eskiden Mısır radyolarından okunan Kur’an-ı Kerimi iftardan evvel dinler bunların içinden Meşhur Hafız Şeyh Muhammed Rıfat’ı çok beğenir “sanki yeni nazil oluyormuş gibi okuyor, bu Allah vergisidir.” derdi. Biz de yaptığımız araştırmada gerek Mısır’daki karilerin ve gerekse diğer dünya birincisi Hafız ve Karilerinin ortak görüşü, “insan çalışmakla sahabi olamadığı gibi çalışmakla Muhammet Rifat olunamayacağı” şeklindedir. Hatta Merhum Ali Ulvi Kurucu hoca efendi bir sohbetinde “Ben 15-16 yaşlarında iken Mısır’a tahsil yapmaya gittiğimde Hafız Muhammet Rifat’ın geleceğini söylediler. Ezher cami olağan üstü bir kalabalıkla dolmuştu, geldi mihrâba oturdu. Âmâ idi. Kur’an okumadan evvel belki yarım saat ağladı. Sonra okumaya başladı. Onun okuması esnasında kendinden geçerek bayılanlar olduğu gibi iki-üç cenaze de camiden çıkmıştı. Her zaman gelir okumazdı ama okuduğunda mutlaka cenaze çıkardı.” diyerek övgüyle bu hatırasını nakletmişti. Zahiren Mısır’a gitmeyen Ali Baba Hazretleri gidenlerden daha iyi Mısır’ı ve alimlerini biliyordu. Sanki Ali Baba Kur’an-ı Kerim’in mahalle arasında dolaşan canlı yaprağı idi.

Hayvanlara karşı aşırı muhabbeti var idi. Kur’an-ı Kerim’de Ankebut Suresi yani örümcekten bahsedilmesi, Resulullah efendimiz mağarada iken örümceğin ağ örerek Efendimizi müşriklerden saklaması yönünden örümcek ağına el sürdürmez. Nemrut gibi bir zalimin ölümüne sivrisineğin Allah tarafından görevlendirilmesi ile iltifatlandırılmasından dolayı eline konan sivrisineği kovmaz ola ki Nemrut’u öldürenin akrabalarından olabilir saygı duymak lazım derdi. Zaman zaman dağda yattığı zamanlarda gecenin soğuğundan gelip Ali Baba Hazretlerinin göğsünde nefes ile ısınan yılanları kovmaz kendi istekleri ile gidince kalktığını söylerdi. Baykuşla alakalı olarak da şöyle anlatırdı. Baykuş ismiyle müsemma kuşların bayıdır. Bu ismi insanlara olan düşkünlüğünden almıştır. Baykuşun üç özelliği vardır. Birincisi su içmez. Çünkü insanoğlu Nuh Tufanı’nda zarar görmüştür. İkincisi buğday yemez. Adem (A.S.) buğday yediğinden dolayı Cennetten dünyaya indirilmiştir. Üçüncüsü harabelerde kalır. Harabeler, insanların kendi istek ve iradeleri ile terk ettikleri mekanlardır. İnsanlara yük olmak istemez. Baykuş aynı zamanda kanaatkardır. Cenab-ı Hak, her gün ikindiden sonra önüne üç serçe gönderir, birini yer diğerlerini serbest bırakır. İnsanların başına gelecek felaketleri evvelce hissettiğinde insanların evlerinin üstünde, kapılarının önünde acıklı ses çıkararak haber vermeye çalışır. Sanki sadaka vermeye teşvik eder. Çünkü sadakalar birçok belaları defetmeye sebep olduğu gibi ömrü de uzatacağını Resulullah (S.A.V.) Efendimiz haber vermiştir.

İlmi ile âmil olan ehli hal insanları sever Cenab-ı Hakkın “Sadıklarla beraber olun” emrince her gittiği yerde Salih, muttaki, mütevazi, hal ehli insanlarla düşüp kalkardı. İlim ehlinin teslimiyetinin zor ama irşadının kolay olduğunu cahilin teslimiyetinin kolay irşadının zor olduğu beyan eder. Şemsi Tebrizi’den şöyle bir misal anlatırdı;

Şemsi Tebrizi Hazretleri Konya’dan yola çıkmış Tebriz’e doğru giderken bir camiye uğrar, gece de orada kalmak ister. Müezzin Şemsi Tebriziye Müstehzi alaylı tahkir edici söz söyleyip camiden kovmuş Hazret de “boğazın kurusun” sözü ile müezzin yerde debelenmeye başlayınca imam yetişmiş aman efendim deyince ölümünü durduramam ama inşaallah iman ile göçer deyip yola devam etmiştir. Haleb’e istiharat için Han’a geldiğinde günlerden Ramazan iftara çok az kalmış hancı mutfakta o gün Haleb’in ileri gelenlerine iftarı yetiştirme çabasında iken Şemsi Tebriz Hazretleri yağda kızartılan tavuklardan küçük bir parça ister ancak vermezler ve başlarından savmaya kalkışırlar. Hazret bana vermezseniz bende bunları uçururum dediğinde haydi uçur da görelim demişler. Şemsi Tebriz’i Hazretleri de “Kum biznillah” deyip pişenler pişmeyenler kanatlanıp pencereden uçarken bu hali gören Halep kadısı Hazretin ayaklarına kapanarak “Efendim sizi gördüm ne olur bana bir himmet buyurun”der. Hazret kurtulamayacağını anlayınca peki der bir şartım var yarın en kalabalık semt olan Babul Farac’da ikindiden sonra bir elinde ekmek bir elinde peynir yiyerek halkın arasında yürürsen olur demiş. Kadı efendi düşünmüş böyle bir Ramazan ayında halkın kınamasından korkarak yapamam demiş. Hazrette biz de himmet edemeyiz demiş. Ali Baba Hazretleri oğlum insan bin yaşar fırsat bir düşer. 61 gün kaza orucu bulunur ama bir Şemsi Tebriz’i bir daha bulunmaz diyerek teslimiyetin önemine dikkat çekerdi. Yine teslimiyetle alakalı şöyle anlatırdı; Bir gün üç arkadaş bir Allah dostunun varlığını duymuşlar ziyaretine gitmeye karar vermişler. İçlerinden biri gidip göreyim bu Allah dostları nasıl? çirkin mi, güzel mi oluyorlar bakalım der. İkincisi gidip göreyim şer-i şerife uygun ise ders alır çekerim diyor. Üçüncüsü ise arkadaşlar ilim ehli herkes buna Allah dostu diyor biz Allah dostunu ziyarete gidiyoruz. Ben giderim bana öl derse ölürüm kal derse kalırım der. Allah dostunun huzuruna vardıklarında Allah Dostu onlara şöyle bir bakar birinciye oğlum inşaallah iman ile göçersin ama zor der. İkinciye inşaallah bizden ders alır istifade edersin der. Üçüncüye kardeşim der ha sen ha ben hiç farkımız yok sen bensin ben senim der. Üçüncü şahıs teslimiyetin kazancını dünya ahiret görür.

Ali Baba Hazretleri, müezzinliğin çok önemli olduğunu, müezzinin sanki Allah’ın yerine Allah adına insanları davet ettiğini söyleyerek, Bayezid-i Bistami Hazretleri’nin “Müezzinin ezan okurken ölmemesine şaşarım.” Sözünü nakleder, Bayezid-i Bistami Hazretleri ile ilgili şu olayı anlatırdı. Bir gün papazın biri Bayezid-i Bistami Hazretlerine hitaben sizin yapı ustalarınız ne kadar acemi. Yapılan camileriniz yüz yıl dayanmadan yapısında bazı çatlaklıklar oluşuyor deyince. Hazret, müsaade ederseniz sizin kilisenizde bir ezan okuyabilir miyim? Der. Papaz. Buyrun der. Bayezid-i Bistami Hazretleri kilisede ezan okur iken kilisenin tüm kubbeleri, direkleri ve duvarları çatlamış. Dönüp papaza sizin kilise bir ezana dayanamadı. Camide günde beş defa ezan okunuyor. Yüz yıl dayanması ustalarımızın ustalığını göstermiyor mu? Der.

Derviş, günahlarından dolayı seherlerde gizli gizli, gözü yaşlı olmalı der. Kendisi dahi seherlerde daima murakabe ve tefekkür halinde olup yalnız kaldığı zamanlarda sağ ayağını diker sol ayağının üstüne oturur çok ağlar göz yaşı sağ dizinin üstüne dökülürdü.

Ali Baba Hazretleri çokça seyahat ettiklerinde yanında bir torba taşır torbanın içinde alüminyum küçük çaydanlık, demlik, küçük bir tencere ve 3 bardak olurdu. Çayını, yemeğini çalı çırpı ile pişirdiğinden altları siyah idi. Çayı her gün içerken nefsin hoşuna gittiğinden dolayı gün aşırı içmeye başlamıştı. Çayı iftardan sonra içer demliği bitirir sade dem içerdi. Şekeri az kullanır, şekeri karıştırmak için kaşık kullanmaz iki bardağı birbirine aktarıp dökerek şekeri eritir çay için süzgeç kullanmazdı. Çayı ithal Seylan çayı olarak kullanır. Adem (A.S.) cennetten Seylan’daki (Srilanka) Serendip Adası’na indirildiğini buradaki bitkilerde halen cennetten bir koku olduğunu söylerdi. Yine bu torbada portakal ve elma bulunur iftardan sonra bazen sahurda yerdi. Mevsiminde bol miktarda olmak üzere karpuzu ikiye böler, içini kaşıkla yerdi. Takım diş kullanmadığı halde Elmayı ısırarak damağı ile yerdi. İftarı ezanla beraber erken yapardı kazara gecikirse iftarı ikinci güne sarkıtırdı. Genelde sahurda yemek yerine meyve yerdi. Akşam namazını kılar kılmaz uyur gibi yapar 2 saatlik hafif dinlenmeden sonra yeni abdest alarak gece namaz kılar sabah güneş doğuncaya kadar da otururdu. Şayet yola çıkacaksa sabah namazını kılar yola çıkardı. En büyük özelliği herkesi sevindirmek için kaldığı evin sevdiği yemeğini sever, över ve onları çokça sevindirirdi.

Büyükleri, çocukları, evin hanımını hassaten insanları öyle severdi ki herkes Ali Baba beni herkesten fazla farklı seviyor dedirtirdi. Genelde hangi camide namaz kılsa en arka safta sağ tarafta durur saf atlamazdı. Abdest almaya başlamadan önce evvela ayaklarını ve sakalını ıslatır sonra abdest almaya başlardı. Her abdest alışında mestini çıkarır öyle abdest alırdı. Yaz-kış mestini çıkarmaz mest içinde çorap giymezdi. Elbisesinde cep yoktu kendisine verilenlerin sahiplerini bulur dağıtırdı. İbadetlerini ayakta kılar kıyamını uzatırdı. Otururken diz üstü oturur bağdaş kurmazdı. Yemekte sol ayağını büker sağ ayağını diker büzüşük bir şekilde yemeğini utangaç yerdi. Saat kullandığını hiç görmediğimiz halde her şeyi zamanında saatine uygun yapardı. Yemeklerde kaşık kullanır, çatal kullanmazdı. Ateş yakmada kibrit kullanırdı. Ayna taşırdı, tarak taşımazdı, tesbih taşırdı. Saç tıraşını makine ile 2 numaraya tıraş ettirirdi. İç çamaşırı bezden beyaz dizine kadar olup kirlendiği hiç görülmedi. Dış giyimi Sure-i Kehf teki gemi gibi özürlü görünüp kimsenin kıymet vermeyeceği duruma getirirdi. Duvarın doğrulmasını kalbin doğrulmasına yorumlar istikamet sahibi olunmasını tavsiye ederdi. Anlatacağını rumuzlu anlatır anlayan anlardı. Mesela kendisine zamanın ilmi ile amil alimleri ile alakalı sorulunca şöyle anlattı “Adamın biri kirlenince temizlenmeye hamama gitmiş hamamda su var tas yok. İkinci gittiğinde hamam var, su yok. Üçüncü gidişinde ise bakmış hamam yok.” Burada insanları manevi kirlerden arındıran Allah dostlarının durumunu izah etmeye çalışmıştı. Bir gün huzuruna gelen ağır ceza reisi “Efendim bize temizliği, güzelliği söylersiniz sizinde saçınızı, sakalınızı düzenlememize müsaade eder misiniz” sorusunu cevaben “Oğlum tencerenin, kazanın dışı isli siyah ama içi kalaylı ise onda çok güzel yemek pişer, ama dışı temiz parlak fakat içinde zerre kadar bakır açık kalsa insanı zehirler” diyerek iç temizliğinin dış temizlikten daha  önemli olduğunu vurgulamıştır.

Ali Baba Hazretleri hayatı boyunca kıl kadar Kur’an’dan ve sünneti Resululallah’dan ayrılmamaya çalışmış bir Allah dostu olup hayatının bilinen kesitlerinde görülen huyları, sıfatları kısaca ahlaki yönü çeşitli güzel salih amellerle dolu olup şöyle özetlenebilir. O hiçbir zaman dünyaya önem vermemiş, ölçüsü Kur’an ve sünneti Resulullah olup büyük evliyaullah hazretlerini çok sever onların hayatından hisseler alır ve anlatırdı. Her işini Allah’a tefvizi umur edip tam tevekkül hayatına hakim olan önemli vasfı idi. Tam bir ihlas, tevazu, sabır ve mahviyet ehli idi. Gülmeleri tebessüm şeklinde olup çok ağlarlardı. Kıyamet gününün dehşetinden bahsedildiği zaman Allah korkusundan rengi sararır kendinden geçerdi. Hastalık halinde tamamen Allah’a müteveccih olup hastalığı Allah’tan gelen misafir olarak kabul eder hoş karşılardı. Kendilerine eza, cefa edenleri iftiraya uğratıp kendini dövenleri ve dövdürenleri af eder kin tutmazlardı. Hiç riyaset sevdasına ait söz ağzından duyulmamıştır. Büyük, küçük, alim, cahil, kadın, erkek demeden herkese çok halim, selim, nazik davranırdı. Hayatı boyunca geceleri hep uyanık geçmiş olup hayatında gaflete yer vermemiştir. Kendisine dostluk izhar edenlerden münasebetini kesmez istenmediği yeri manen bilir oralara hiç yaklaşmazdı. Hiç kimseden hediye beklemez bilakis gittiği yere hediyesiz gitmezdi. Dünyasını değişinceye kadar perhiz, prensip ve riyazetini devam ettirip bozmamıştır. İnce bir görüşe dayalı takvaya ait amelleri çok idi. Namazlarını erken gelerek camide cemaatla imamın arkasında Allah korkusundan huşu içinde kılarlardı. Giyimlerinde helal olanı arar dıştan görüntüsü insanları imrendirmeyecek halde olurdu. Şeytan ve nefisle mücadelesinde çok uyanık olup nefsine fırsat ve aman verdirmezdi. Kusur örtmede gece gibi olup haset ve gıybeti bilmez idi. Çok susarlar hikmetle az konuşurlardı. Açlığın en büyük gıda olduğunu söyler ömrü boyunca bayram günleri hariç hep oruç tutmuştur. Sır ehli idi. Alış verişine dikkat etmeyen insanların şüpheli yemeklerini kesinlikle yemez, yardımlarını kabul etmez, arabalarına dahi binmezdi. Kabul ettiği hediyeleri hemen ehlini bulur, verir hiç mal biriktirmez hepsini sadaka olarak dağıtırdı.

Ez cümle Ali Baba Hazretlerinin ibadetlerindeki ruhani halini, beşeri münasebet ve muamelattaki zerafetini o güzel ahlakındaki nezaketi, mütevazi gönlündeki letafeti, mübarek simalarındaki nur-i melehati, tatlı lisanlarındaki hitabet ve selaseti, hisli, diğergam, duygularındaki inceliği, mahlukata şefkat ve merhamet nazarlarıyla bakışlarındaki derinliği, velhasıl bizim kendisini tarif ve tavsih edemeyeceğimiz bütün güzellikleri toplayarak sünneti Resulullahı en ince ayrıntısıyla yaşayan bu örnek şahsiyeti bizim kalemimizle yeteri kadar anlattığımızı zannetmek abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bizim toparlayabildiğimiz onun hayat kırıntılarından başka bir şey değildir.